Veli DALBUDAK

Selam Olsun

AH O İÇİMİZDEKİ KÜÇÜK RUH!

Güneşli bir Mayıs günüydü. İğde ağacının altına yaydık yaygıyı. Yakındaki derenin şırıltısı duyuluyordu. Ben her zamankinin aksine yüzümü dağlara doğr

AH O İÇİMİZDEKİ KÜÇÜK RUH!

Güneşli bir Mayıs günüydü. İğde ağacının altına yaydık yaygıyı. Yakındaki derenin şırıltısı duyuluyordu. Ben her zamankinin aksine yüzümü dağlara doğru dönmüştüm. İğdenin taze çiçeklerinin bahar coşkusu, vücudumun her zerresine yayılıyordu. Meyvesini sevmediğim bu kutsal ağacın gölgesinde, düşlediğim baharları kokluyordum. Dağdan ovaya yayılan tatlı rüzgar da mis gibi çiçek kokularını taşıyordu muhakkak, lakin iğde çiçeğinin baskın kokusu başka kokulara geçit vermiyordu. Bir serçe sürüsü o kadar hızlı ve o kadar gürültücü daldılar ki dalların arasına, ağaç alışık olduğu misafirlerini hiç istifini bozmadan ağırlarken, biz baskın yemiş müfreze gibi irkildik. Bir süre sonra bizim gürültümüzden ne serçelerin sesi, ne rüzgarın ılık okşamaları, ne de iğdenin sarhoş edici kokusu duyuluyordu. Şırıltısını hepten unuttuğumuz derenin suyu gibi akıyordu hayat. Her an, an be an tazeleniyordu. Eskide kalan unutuluyordu. Serçenin şarkısı, çiçeğin kokusu, dağların uğultusu gibi. Ama iz bırakarak …

O gün orada beş kişiydik. Farklı hayatlar yaşıyorduk. Dünyaya aynı bakmıyorduk. Günlük gailelerimiz birbirine benzemiyordu. Kimimiz zengin, kimimiz fakirdi. İç dünyalarımız sırlarla doluydu. Ama en basit konuları, adanmış birer havari gibi ateşli bir şekilde tartışıyorduk. İnanıyorum ki, içimizde hayatını feda etmekten çekinmeyecek olanlar vardı. İnsanın içindeki o küçücük ruh ne büyük bir güce sahipti. Ölümsüz olmaktan mı alıyordu bu gücü? Ah o içimizdeki küçük ruh! Derin devletimiz gibi. Hiç olmayacak eylemlere sürükleyebiliyor insanı.

Herkes, aynı kavramları dilinden düşürmüyordu. Adalet, özgürlük, demokrasi, hoşgörü, insan hakları, sevgi, saygı. Savaşa, nefrete, kötülüğe, köleliğe, ayrımcılığa, ayrılıkçılığa, haksızlığa hep birlikte karşıydık. Aynı dindendik, aynı dili konuşuyorduk. Üç aşağı beş yukarı aynı yollardan geçmiş, aynı suyu içmiştik. Benzer okullarda aynı kitapları okumuştuk. Çok dindar değildik belki ama Cuma namazlarını da kaçırmazdık. Tek tip modeline uygun mamüller olarak üretilmemiz planlanmış olsa da, gizli bir el özgür düşünceyi zerketmişti ruhumuza. Farklı düşünmekten keyif alıyor, başkalarının değişik düşüncelerini ifade etmelerinden de haz duyuyorduk.

Kötü bir şey yapmıyorduk. Güzel şeylerdi konuştuklarımız. Kanımız deli akıyordu. Bu küçük kasabada her şeye karışıyorduk belki. Gözümüzü budaktan sözümüzü dudaktan esirgemiyorduk. Bizi sevenler çok olduğu gibi bu durumu kıskanıp dedikodu edenler de çoktu. Üç beş çapulcuya pabuç bırakacak değildik. Yolumuzda dimdik yürümeye devam ettik. Kimin çıkarlarına muhaliftik, kimin çıkarlarına ortaktık, hiç bir hesabımız yoktu.

O güneşli Mayıs günü, iğde ağacının altından kalkmaya hazırlanıyorduk. Bir araba gürültüsü duyuldu. Ardından kekik kokulu dağlarda yankılanan tabanca sesleri geldi. Serçe sürüsünden bile irkilen bizim silahsız müfreze, kan revan çimenlerin üstüne yayıldı. Şarjörleri boşaltan katil sürüsünün ardından, otomobilin ortalığı yırtan sesi acı bir çığlık oluyordu. Serçeler sustu, rüzgar durdu, dere akmaya devam ediyordu. Geçtiği yerlerde iz bırakmaya alışkın dere, bu defa kırmızıya dönen rengiyle katillerin izini sürüyordu adeta. Ortalığı kaplayan kan ve barut kokusu, iğde çiçeğinin bayıltan kokusunu boğarak öldürüyordu.

Veli DALBUDAK

selyus