Veli DALBUDAK

Selam Olsun

İSTANBUL

Muazzam bir sihrin içinde yüzüyorum her sabah ve her akşam. Kutlu bir yolculuk bu. Dava, ekmek davası çünkü.

İSTANBUL

Muazzam bir sihrin içinde yüzüyorum her sabah ve her akşam. Kutlu bir yolculuk bu. Dava, ekmek davası çünkü. Metropolün trafik yoğunluğu had safhada. En yoğun saatlerde en kalabalık yerlerde olmak zorundayım. Başka yol yok, başka iş yok. Allahtan şair ruhum yetişiyor imdadıma. Güzel bakmayı deniyorum. Güzeli görmeyi deniyorum. Burası İstanbul burada herşey mevcut diyorum. İyilik arayana iyilik, kötülük arayana kötülük. Kalabalığa ve karanlığa küfretmek te mümkün, tarihin derinliklerinden sızan kör kandil ışığını görüp şükretmek te mümkün. Beni tarihin derinliklerine doğru götüren, stres ve trafikten arındığım feribotum, iskeleden yıldızların eşliğinde yavaş yavaş ayrılıyor yine bu akşam…
Yüzyıllardır büyüsü bozulmayan, sırtında Anadolu heybesi, başında Frenk foteri, metropol karmaşasının tam göbeği, ticaretin merkezi Sirkeci’den demir alıyor bu kısa yolculuk için bu büyük gemi. Büyülü bir manzara eşliğinde terkediyorum tarihi yarımadayı. Feribotun arka güvertesinde oturuyorum. Haliç’in, bıçak gibi tam orta yerine saplandığı, ışıklarla süslü bir hilalin karnından çıkıp ilerliyorum ağır ağır. Kartpostallık bir manzara var karşımda. İlerledikçe görüş açım genişliyor. En sağda, uzaktan sadece kubbesi ve üst kısmı göründüğü için mütevazı bir duruşu olan, ama yanına vardığınızda hem genişliği hemde boyu posu ile ihtişamlı bir görüntüye sahip olan Galata Kulesi… Cenevizlilerin taş üstüne taş koyarak yaptıkları “İsa Kulesi”… Çatısından Hezarfen Ahmet Çelebi kanatlanıyor birden, yarışa giriyor martılarla…
Gözüm seyre devam ediyor mutlu mesut, bu eski İstanbul’u. Ediyor etmesine de bir taraftan da hatıralar gözümde canlanıyor. Kuleden yukarıya genellikle müzik aleti satıcılarının sıralandığı dar sokaktan yürüyorum. Bu ihtişamlı kulenin sevimli gölgesi de eşlik ediyor bana. Yürüyoruz birlikte ağır ağır. Gölge birden duruyor. Ben de duruyorum, arkadaşımı bırakmak olmaz. Kaldırıyorum kafamı, kapının üzerinde “Galata Mevlevihanesi” yazıyor. Dalıyoruz içeriye. Sükunet bayrak olmuş dalgalanıyor avluda, dışarıdaki hay huya inat. Allahtan ben de sessiz sakin bir adamım. Sabırlı bir sükunet dökülür üzerimden genellikle. Ya gölge, işte ondan pek emin değilim. Mevsim sonbahardı zira. Yere dökülmüş kocaman çınar yapraklarına basmamaya özen gösteriyordum. Ama buna rağmen arada bir çıtırtı duyuluyordu. Siz söyleyin şimdi, haksız mıydım gölgeden şüphelenmekte?
Gölgenin çıtırtılarına rağmen kimseyi rahatsız etmeden dış avluyu geçip davetkar gülücükler gönderen gül bahçesine yöneliyoruz. Kırmızı güller ateş gibi yakıyor bizi, sarı güllerle sakinleşiyoruz, beyaz güller soğutuyor yüreğimizi. Gölge, benim ulaşamadığım bahçenin en ücra köşelerindeki en güzel gülleri bile koklamadan geçmiyor. Kıskanmamak elde değil.
Uzaktan, neyin insanın içini yakan sesi yükseliyor. Bu defa gölgeden önce ben yöneliyorum o tarafa. O hala güzel güllerle sevişedursun, ben ilacımı buldum. Şeyh Galip’in nefesi konuşturuyor adeta neyi. Anlatıyor aşkı, anlatıyor ateşi, anlatıyor gülü, anlatıyor bülbülü. Galip, gaipten sesleniyor. Ağlıyor ney, ağlıyor şiir, ağlıyor şair ve ağlıyor gölge.

Feribot, bir yakadan diğerine, bir şehirden öbürüne, bir ülkeden başka bir ülkeye, bir tarihten bir tarihe, masal kahramanı Zümrüdü Anka kuşu gibi ilerlerken, Boğaz’ın dalgalarında alev alev yanan ışıkların renkli gösterisi eşliğinde tamamlıyorum yolculuğumu. İster içe doğru, ister dışa doğru olsun, tüm yolculuklarımın merkezinde bu kutlu şehir, bu güzel şehir…

Veli DALBUDAK

İlginizi çekebilir

DOKUNMA DOKUNURLAR

DOKUNMA DOKUNURLAR

selyus