Veli DALBUDAK

Selam Olsun

OD’UNCU

Ucasar’dan Sarıcaköy’e menzil tuttu. Felaketten doğan bir yolculuktu bu.Umuda doğru akan bir nehir. Güvenli, durgun bir göl arıyordu dökülmek için.

OD’UNCU

Hava – Nefes – Can

Ucasar’dan Sarıcaköy’e menzil tuttu. Felaketten doğan bir yolculuktu bu.Umuda doğru akan bir nehir. Güvenli, durgun bir göl arıyordu dökülmek için. Oğlu İbrahim’i kaybetmiş, köyü yakılıp yıkılmıştı Moğollar tarafından. Çok sevdiği eşi Sitare ve süt emen bebesi İsmail’i koruyup, kollaması gerekiyordu. Sarıcaköy, kısmen güvenli bir limandı. Ne ki kıtlık, kuraklık, yoksulluk belini büküyordu tüm bozkırın.

Yalnız, Sulucakarahöyük diye bir yer vardı. Sulanabilir arazileri boldu. Aslanlı Hünkar Hacı Bektaş müritleri eker, biçer, güvenliklerini sağlar ve tüm bozkıra bir umut olmaya çalışırlardı. Bu dergahın kapısına gelen boş gönderilmezdi.

O’ da Aslanlı Hünkarın yolunu tuttu. Dağdan topladığı alıç çuvalları ile vardı, nasibini istedi. Aslanlı Hünkar, buğday yerine nefes vermeyi teklif etti. O kabul etmedi. Hünkar ısrar etti. Ama O, köyündeki aç insanları düşündü.Mutlaka, buğdaya ihtiyacı vardı.
“Nefes karın doyurmaz, ille de buğday“ dedi.Aslanlı Hünkar kağnıları yükletti. Zahire yüklü kağnılar Sarıcaköy’e doğru yola çıktı. Altı günlük zorlu ve tehlikeli yolculuk bittiğinde, artık burada, getirdiği erzakları yiyecek kimse yoktu. Havada kuşlar, tarlada taşlar, göveren yemişler kavrulmuş, yanmış, bitmiş, tükenmişti.

Ateş – Gönül – Aşk

Nefesin ne olduğunu anlamıştı, çok geç de olsa. Cenazeleri kaldırdı ve tekrar Aslanlı Hünkarın kapısına vardı. Ama o kapıdan nasibi kesilmişti artık. O’na nasibini Tapduk Emre’de aramasını söylediler.
Kolay değildi, eşi ve bir oğlu öldürülmüş, diğer oğlu kaybolmuş, köyü yakılmış, dergahtan kovulmuş bir garipti O. İçi yanıyordu. Oğlunu aramaya karar verdi. Fakat en ufak bir iz, bir işaret bulamadı. Son çare Tapduk Sultan dergahına vardı. Görevi dağdan odun getirmekti. Od-un ateş veren şey.
Ateşi ateşle söndürmek, aşk ehlinin işi olsa gerek.

Su – Göz – Yaş

Yıllar yılı dağdan dergaha doğru odun taşıdı. Kalbi, kuru odunların oduyla yanıp tutuşuyordu. Bu yangını söndürmek, soğutmak gerekiyordu. Tapduk Sultan buyurdu “Bundan böyle su taşısın”. Yarım saatlik yoldan kırbaları doldurup, dergahın sarnıcına getirip boşaltıyordu. Hergün kırk kırba su taşıyordu. Suyun içinde susuzluk çekiyordu. Kırbaların ağırlığından sırtı yaralar içindeydi. Hem suyu taşıyor, hem de gözlerinden yaşlar akıtıyordu.

“Acep şu yerde bencileyin garip var m’ola?
Bağrı başlı, gözü yaşlı”

Toprak – Tabiat – Hayat

“Rum toprağında kazık çürümez oğul
Birinin çaktığını diğeri söker, yok eder”

Halden hale girmiş, makamlardan makamlara yükselmişti. İrşat için yine yollara düştü. Karaman, Konya, Antep, Halep, Engürü, Kayseri, Sivas, Tokat, Amasya ve Sarıcaköy. Köyünde dergahını kurdu. Orada gönüller yaptı, bu gönüllere Kabeler kurdu. Sarıcaköy’de çok mutluydu.Fakat elden ayaktan düşmeden seferini tamamlamalıydı. Hem belki de, hasretinden yanıp tutuştuğu oğlu İsmail’i de bulurdu gezdiği diyarlarda. Urum, Şam, Tebriz, Nahçıvan, Gah, Şamah, Kebele, İsmailli, Şeki ve Erzurum.

Gezip görmenin nimeti kadar, konuşup söylemenin bereketini tattı. Anadolu’da yıllarca süren kuraklık ve savaşlar kesilmiş, tarlalar bereketlenmiş, sofralar şenlenmişti. Bu mübarek coğrafyada, zaman ve zemin bulunca, Anadolu çocuklarının nasıl yetişkin fidanlar olarak boy saldıklarını görmüştü. Anadolu toprağındaki insanlar, tabiatlarına uygun ortamlar bulduklarında, hayat buluyorlardı. Bu çalışkan ve cengaver insanlar,maneviyatı yüksek iklimde büyük bir yükselişin ilk adımlarını atıyorlardı. Manevi iklimin, en ücra köşelere kadar yayılmasında, garip od’uncu derviş Yunus’un rolü çok ama çok büyüktü.

Bugün dahi bu topraklar, Yunus’u özümseyerek, yeni yükselişlere yelken açacaktır.

Veli DALBUDAK

selyus