Veli DALBUDAK

Selam Olsun

DOKUNMA DOKUNURLAR

Dokunma dokunurlar sarılma sarılırlar…

DOKUNMA DOKUNURLAR

Dokunma dokunurlar sarılma sarılırlar…

Bir ince senaryo sahneye konuyordu. Galiba dağ temalı filmlerin senaristi değişmişti. Eski senariste nisbet yapan sahneler izliyorduk. Yeni işler alınmıştı sanırım. Yeni müşterilere özel tarife, agresif, bol kanlı planlar çekiliyordu. Sınır tanımayan sınır dışı oyuncular da bol bol yer alıyordu. Bu oyuncular elbette sınırların ötesinde izlenirliği artırıyorlardı. Bu sırada sızmaması gereken sırlar da dökülüyordu ortalığa. Kuzeyde bir şehirde çekilen gizli sahnelerden bazıları medyaya servis edilmişti. Taraflar sızma konusunda birbirini suçluyordu. Bu durum sektördeki diğer oyuncu , yönetmen ve yapımcıların ağzına sakız olmuştu. Tesbihin ipi kopmuştu bir kere. Mecburen aynı ipe dizilmek zorunda kalan ayrı dünyaların taneleri saçıldılar ortalığa. Kırılan dökülenler de oldu tabii. Ama en kötüsü bir daha onların aynı ipe dizilemeyeceği gerçeği idi. Ya da dizilebilme ihtimali varsa bile bunu yapabilecek babayiğit neredeydi?

Bu sırada içeriden eski senaristten bir ses duyuldu: “Benim yazdıklarımı oynamıyorlar, artık bu film bana da ağır geliyor.”
Zaten karışık olan ortalık iyice karışmıştı. Dağdan gelen ses, ovadan gelen ses, adadan gelen ses aman Allahım …

Oynanan oyunun pardon filmin Başkentteki kadrosu action planlara bayılıyorlardı. Kapalı mekan çekimlerde şov yapıyorlardı adeta. Demokrasi ve insan hakları temalı kısa filmlerde oynamayı seviyorlar, ama güya savundukları halklara haklar verildikçe kuduruyorlardı. Çoğu zaman senaryo dışına çıkıp doğaçlama yaptıkları söyleniyordu. İçlerinde “Beynelmilel” sinema yönetmeni olan şahsın en çok doğaçlamaya kaçtığı, bu işin içinden gelen birinin bu kadar sorumsuz davranması sürekli eleştiriliyordu. Zaten biz de bu filmde neden oynadığının “Sırrı” nı çözememiştik bir türlü. Ankara bölümlerinde görmeye aşina olduğumuz gerilim yüklü oyuncular, başkentten sıkılmış olacaklar ki dağlarda dolaşmaya başladılar. Tabii ki dağda karşına ne çıkacağını bilemezsin. Onların da karşısına tesadüfen sarılmaya can attıkları birileri çıkıverdi. Karşılıklı birbirlerine dokundular, sarıldılar konuşup koklaştılar. Hatta bazılarının yüreği orada kaldı. Bu yetmedi başka bir dizinin Ankara oyuncusu dağa kaldırıldı. Anlaşılan bu günlerde dağ bir çok yere göre daha revaçtaydı.

Ankara ve dağ planları bu şekilde çekilirken, diğer çekimlerde her yer kan revandı. Gelinlik kızların taptaze nişanlıları, çocuğunu hiç görmemiş gencecik fidanların cenazeleri askeri bando eşliğinde top arabasında taşınıyordu. Silah sesleri, kan ve barut kokusu, hayli sert söylemler, feryat figan. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de “Açlık Oyunları” başladı. Eski senariste rahat rahat yazabileceği ve yazdıklarını “bozuk kostere” yüklemeden gerekli yerlere yükleyebileceği bir ortam isteniyordu. Sanki içeridekiler içeridekine göre davranıyor, dışarıdakiler pek içeridekini sallamıyorlardı. İçerideki ile dışarıdakilerin iç hesaplaşması yeni canlara malolmak üzereydi. Filmin “Açlık Oyunları” bölümü adeta ateşle oynuyordu. Tüm iyi niyetli çabalar, insani gayretler insafsız bir duvara çarpıyordu. Kuzu kebabı yiyenlerle, açlık oyunlarında rol alanlar arasında da gizliden gizliye bir rol kapma mücadelesi gözden kaçmıyordu. Bir eksen kayması, bir pozisyon değiştirme çabası mı vardı acaba?

Çok geçmedi, eski senarist “senaryomu kaptırmam” dedi. Dizinin son bölümünü tek bir cümle olarak yazdı: “Açlık Oyunlarını bitirin”

Oyunlar bitti. Şimdi, kuzu kebabı yiyenler, senariste darbe yapanlar, halkların haklarını hiçe sayanlar, demokrasinin nimetlerini tepenler, Ankara yerine dağda rol kesmeye çalışanlar, bu sırada yol kesenlere dokunan, sarılan ve yüreklerini orada bırakanlara bir mesaj var:
Dokunma dokunurlar, sarılma sarılırlar, yürekleri yakma yakarlar…

selyus